Bu Blogda Ara

17 Ocak 2016 Pazar

Değişen Okul

Dünya artık çok değişti.

“Değişen Dünya”nın içini nasıl doldurursunuz bilemem ama bir eğitimci olarak ben;  “Değişen Dünya”nın içini, değişen veli, değişen öğrenci, değişen öğretmen, esasen “değişen okul” gibi kavramlarla dolduruyorum.

Son otuz yıldır, belki daha da geriye gidebiliriz, toplumsal açıdan büyük bir değişim yaşıyoruz. Tarım toplumu arkasından sanayii toplumu ve bunların getirmiş olduğu bireysel ve örgütsel roller, günümüz de değişime uğramaktadır.

Artık “ağ toplumu” kavramı daha yüksek bir perdeden seslendirilmeye başlandı. Tabi bu kavramın rolleri de…

Burada konumuz toplumların evrimi ve ağ toplumu değil, “Değişen Dünya”da okulun rolü.
Bilgi toplumuna geçiş sürecinin meydana getirdiği ciddi değişimler insanı, haliyle eğitimi de etkilemektedir. Bilgi toplumunda yaparak yaşayarak öğrenme, öğrenmeyi öğrenme, kendi kendini eğitme, hayat boyu öğrenme gibi kavramlar daha da ön plana çıkmıştır.

İnsanı etkileyen tüm süreçlerin doğal bir sonucu olarak da kurumlarda etkilenmektedir.

Günümüzde okul (öğrenci, öğretmen), eski görkemini ve etkisini, kısacası bilgeliğini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Eskinin yegâne bilgi kaynaklarından biri olan okulun tahtı bilgi toplumu ile sarsılmaktadır. İnsanlar bilgi toplumunun getirmiş olduğu avantajla “bilgi”ye çok kısa zamanda, en az emek harcayarak ulaşabilmektedirler. Bilgi düzeyinde, okula ihtiyaç kalmamıştır.

O halde; okul varlığını sürdürebilmesi için ne yapmalıdır?

Bilgi toplumunun gerekliliklerinden olan “değişim”, okul için de gerek-şart bir durum olmuştur. Okul artık “öğrenen” olmalıdır. Kendini geliştirmeli, bilgi çağının hızına ayak uydurabilmelidir. Okul, salt bilgiyi öğrencisine aktaran ve bu bilginin alınıp alınmadığını test eden yapısından kurtulmak zorundadır. Bu çağda değişime direnen örgütler, bilgi toplumunun hızı içinde eskiyip, yok olacaklardır.

Peki, okulun öğrenmesi nasıl olacaktır?

Senge; “örgütlerin yalnızca öğrenen bireyler aracılığıyla öğrendiklerini, bireysel öğrenmenin örgütün öğrenmesini garanti etmeyeceğini, ancak bireysel öğrenme olmadan da örgütsel öğrenme olmayacağını” söyler.

Öğrencilerine; öğrenmeyi öğretebilen, kendini ve içinde bulunduğu grubu geliştirebilen, bilgiler arası bağ ve transfer yapabilme becerisi kazandıran “okul örgütü” ayakta kalabilecektir.

Burada “öğrenme” ile “bilgi edinme”yi karıştırmamak lazım. Bilgi edinme bir yönüyle, uzaktan öğrenmeyle ilgili olabilir. Öğrenme de, eğitimin tanımında ki istendik davranış değişimlerinin, içselleştirilmiş bir şekilde kavranması yatar. Bu şekilde bir kavrayış ile ancak daha önceden yapamadıklarımız yapar, eşya ile olan ilişkimiz kavrar, hayatın farkında olabiliriz.

Aksi takdirde bir dikdörtgenin alanını kâğıt üzerinde hesaplayabilirken, reel hayatta dikdörtgen şeklinde bir tarlanın ya da bir odanın alanını hesaplamak için çırpınıp duran bireyler haline geliriz.

Değişim, insanların olduğu kadar örgütlerinde üzerinde durup düşünmelerini gerektiren bir kavramdır.

Yeni eğitim öğretim yılının velilere, öğrencilere, öğretmenlere ve “okul”a güzellikler getirmesini dilerim.

Hakan İPEK
14.09.2014




Karne Kâbus Olmasın

Karne alma zamanı yaklaşıyor.  Öğrencinin bir dönem boyunca sergilediği akademik beceri “not” olarak karnelere işleniyor.

Veliler başta olmak üzere, hısım akraba, konu komşu kim varsa, yarıyıl tatilinin müjdecisi karneyi ve dolayısıyla notları bekliyor.

Bekliyor, çünkü öğrenci değerlendirilecek, kıyas yapılacak.

Peki, bu ne kadar doğru? Nasıl sonuçları var?

Karne, öğrencinin bir dönem boyunca geliştirdiği akademik becerilerinin sınavlar ve ders içi göstermiş olduğu performansların değerlendirilmesi sonucunda oluşan “not”un işlendiği bir belge.

Elbette kimi öğrenciler diğerlerine göre, değerlendirmede farklı yerlerde yer alabilir. Bu normaldir.

Çünkü öğrencinin herhangi bir derste, belirlenen zaman dilimi içerisinde, ortalama alması gereken bir kazanım ve bunun karşılığında göstermesi gereken bir geri bildirim olması gerekir. Yoksa dersi/konuyu öğrenip öğrenmediği, tamamlanması gereken ya da pekiştirilmesi gereken alanların olup olmadığı tespit edilemez. Buraya kadar her şey normal.

Normal olmayan öğrencinin, aldığı “not”a göre diğerleri ile kıyaslanmasıdır. Çünkü farklı zekâ alanlarından birine sahip bir çocuk herhangi bir derste gösterdiği performansın diğer akranlarına göre yüksek/düşük olması, onun “iyi bir çocuk” ya da “kötü bir çocuk” olduğu anlamına gelmez.

Bazı velilerin –hatta toplumun genel ekseriyetinin– tek baktıkları alan “ders notu”dur. Hatta bu notlar arasında üzerinde en çok konuşulan ders ise matematiktir. Matematiği iyi olan öğrencinin diğer dersleri de iyidir mantığı vardır. Örneğin, görsel sanatlar, müzik..vb. gibi, çocuk için son derece önemli diğer dersler önemsenmez bile.

Burada şunu hemen belirtmeliyim. Hemen her öğrencinin ortalama olarak konuştuğu dile hakim olması, temel matematik becerilere sahip olması, estetik ile ilgili temel bilgileri bilmesi…vb. alanların öğrenilmesinin ötelenmesi diye bir şey olmalı demiyorum.

Artık biliyoruz ki birçok farklı zekâ alanı var. Ve her öğrencinin mutlaka iyi olduğu bir alan var. Önemli olan bu alanın keşfedilip öne çıkarılmasıdır. Yoksa salt matematik dersinin ya da fen bilgisi dersinin iyi olması tek başına öğrenciyi başarılı ya da başarısız kılmaz.

Hepiniz şu isimleri duymuşsunuzdur; Charles Darwin, Thomas Edison, Albert Einstein ve Isaac Newton, Barış Manço, Kemal Sunal. Bu kişilerin ortak özellikleri nedir? Birçok ortak özelliği olabilir belki ama bunların bu konudaki en önemli ortak özelliği karnelerinin küçükken kötü olmasıdır. Hatta bu ünlü bilim/sanat adamlarına birçok kişiyi daha ekleyebilirsiniz.

Örneğin; Thomas Edison, okul yıllarında öğrenme güçlüğü çektiği için okuldan uzaklaştırılmıştır.

Rahmetli Barış Manço’da müzik dersinden kötü not alarak, dersi tekrar etmek zorunda kalmış bir insandır.

Türk sinemasının usta oyuncularından rahmetli Kemal Sunal’ın lisede sürekli sınıf tekrarı yaptığını biliyor musunuz? “Hababam Sınıfı” adlı filmde canlandırdığı karakter olan, haylaz, dersleri ile ilgisiz bir karakter olan “İnek Şaban”, rahmetlinin bizzat kendini canlandırdığı bir karakterdir.

Geçtiğimiz Cuma günü (15 Ocak 2016) Temel Eğitimden Orta Öğretime Geçiş Sınavı (TEOG) sonuçları açıklandı. Önümüzdeki Cuma günü de (22 Ocak 2016) karneler alınacak.

TEOG’un açıklanmasının hemen arkasından üzücü bir haber Bursa’dan geldi. TEOG’tan istediği puanı alamayan gencecik bir ortaokul öğrencimiz intihar etti.

Bu acı olaydan hemen öncede İzmir'de 15 yaşındaki lise öğrencisi, takdir belgesini birkaç puanla kaçırdığı için “ailesini çok üzdüğünü belirten” bir not bırakarak intihar etti.

Şimdi, oturup bir düşünelim. Kaygı dozunda olduğu zaman eğitimde başarıyı tetikleyen unsurlardan. Ancak, bir insanı sadece karne notuna göre değerlendirmek ya da sınav/not kaygısının içine şuursuzca atmak ne kadar doğru?

Yukarıda isimlerini saydığım sanatçılar/bilim adamları değersiz midir ya da notaları yüzünden hayatlarına son veren öğrencilerimiz…? Asla. Hiçbir insan değersiz değildir.

Karne zamanı yaklaşıyor. Veli, öğretmen, öğrenci, konu komşu akraba…vs.vs.. herkes üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmeli olumsuz sonuçları olabilecek söz ve eylemlerden uzak durmalıdır.

Öğrenciyi sadece ders performansı ya da karne “not”una göre değerlendirmenin oldukça hazin sonuçları olacaktır.

İnsan hayatı iniş ve çıkışlarla doludur, öğrenciler içinde böyle…

Unutulmamalıdır ki; birkaç zayıf ders ya da bir-iki puan eksiğiyle alınamayan takdir/teşekkür, öğrencinin kişiliği ile ilgili değil akademik becerisiyle ilgilidir. Akademik olarak eksik yanları geliştirilebilir, düzeltilebilir ancak yanlış ebeveyn tutumu ya da öğrencinin bunu hayat memat meselesi haline getirmesi, telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açabilir.

Cahit Külebi’nin de dediği gibi;
Bir nazlı kuşa benzer
Çocuk dediğin
… 

17 Ocak 2016

Hakan İPEK
Eğitimci-Yazar
@hhakanipek
hhakanipek@hotmail.com

22 Mayıs 2015 Cuma

Bütün Ümidim Gençliktedir

“Bütün ümidim gençliktedir” diyor büyük önder Mustafa Kemal.

Peki, gençler ümitli mi? Ya da biz gençlerden ümitli miyiz?

Her ortamda, genç nüfusumuzun diğer ülkelere kıyasla çok olduğunu övünerek ifade ederiz. Aslında haksızda sayılmayız. Ciddi bir genç nüfusumuz var.

Genç neslin ekonomimizde yaratacağı büyüme ve kalkınma hesaplandığında, gençlerin kıymeti azımsanmayacak ölçüdedir.

Ancak araştırmalar gösteriyor ki, genç neslin enerjisini doğru yönlendirmede bir sıkıntı yaşıyoruz.

Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi (BETAM), Türkiye'de 15-19 yaş aralığındaki gençlerin eğitim durumlarının değerlendirildiği araştırmasının sonuçlarını açıkladı.

Bu araştırmanın bana göre en dikkat çekici yanı, 950 bin gencimiz ne eğitime devam etmektedir ne de işgücü piyasasındadır.

Bu araştırma notuna göre; “15-19 yaş aralığındaki 2 milyon 193 bin genç, yani bu yaş grubunun yüzde 35,2'si,eğitim sisteminin dışında kaldı. Eğitim sisteminin dışına çıkmış olan gençlerin ezici çoğunluğu en fazla ilköğretim mezunudur. Eğitim hayatını bırakmış gençlerin azımsanmayacak bir kısmı işgücü piyasasına da girmemektedir. Yaklaşık 950 bin genç (260 bin genç erkek ve 688 bin genç kadın) ise ne eğitimine devam etmektedir ne de işgücü piyasasındadır.

Hanehalkı İşgücü Anketi (HİA) verilerine göre, 2013 yılında 15-19 yaş grubundaki, 1 milyon 114 bin genç kadın ve 1 milyon 78 bin genç erkek olmak üzere toplam 2 milyon 193 bin genç eğitimine devam etmemektedir.

Bunun anlamı şu genç nüfusun üçte biri eğitim almaları gereken yaşlarda okula devam etmemektedirler.

O halde okula devam etmeyen bu genç nüfus iş gücü piyasasında mıdır?

Yine bu araştırmaya göre, “eğitimine devam etmeyen gençlerin beşeri sermayeleri halen çok düşüktür”.

Hem eğitimde hem de iş gücü piyasasında olmayan bir gençliğin, ileride söz sahibi olacağı yani üretimde yer alacağı düşünülürse, ülke olarak küresel rekabette nasıl yer alacağız?

Eğitimle ekonomisi arasında ciddi bir ilişki olduğu gerçekliği ortada duruyorken, 2 milyon küsur öğrenci eğitime devam etmiyor. Bu gençlerin eğitim hayatına dönmeleri sadece zorunlu eğitim yılını artırmakla çözülemeyecek bir sorundur. Türkiye ileride yüksek verimlilik seviyesine sahip bir işgücü istiyorsa okula dönmesi nispeten kolay olan bu yaş grubundaki gençleri eğitim sistemine dâhil etmenin yollarını aramalıdır. Tabi eğitimimizi de kaliteleştirerek.

Çünkü PISA sonuçlarına göre ortalamamız pek içi açıcı değil. Örneğin 65 ülke içinde, Fen Bilimlerinde 43, Matematikte 44, okuma yeterliliğinde(Türkçe okuma-anlama) 42. sıradayız.

Dünya ekonomik piyasasında yer almak gibi bir niyetimiz var ise, ki var, o halde bunun yolu eğitimden geçiyor. Bunu içinde;

1-      Eğitime devam etmeyen gençleri tekrardan eğitimle buluşturmalı,

2-      Eğitimimizi daha inovatif bir bakış açısıyla anaokulundan başlamak üzere “evrimleştirmeliyiz”.

Özetle BETAM’ın raporu ile konuyu bağlayalım; “Türkiye orta gelir tuzağından çıkmak istiyorsa gençlerinin beşeri sermayelerine daha fazla yatırım yapmalı, eğitim sisteminin dışında kalan gençleri de vakit kaybetmeden okula çekmenin yollarını aramalıdır. Zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılmış olması gençlerin okula kayıt olmalarını sağlayabilir ancak eğitimi takip etmelerini sağlayamaz. Zorunlu eğitim çağındaki gençlerin örgün eğitime dönmelerini kolaylaştıracak politikalar kadar gençlerin işgücü piyasasına geçişlerini kolaylaştıracak ve işgücü piyasasına uyumlarını destekleyecek politikaların geliştirilmesi önem arz etmektedir”.


Hakan İPEK
Eğitimci-Yazar

9 Mayıs 2015 Cumartesi

İLK ÖĞRETMEN ANNE

Dünya'da her işin bir okulu ve diploması varken anne-baba olmanın diploması yok. Özellikle de "anne" olmanın.

Toplumu oluşturan bireylerin yetişmesinde "anne"nin yeri tartışma götürmeyen bir gerçek. Hepimizin "ilk öğretmeni, anne"dir.

"İlk öğretmen olan anne"nin, çocuğunun başını okşaması, onunla oynaması, bağrına basması ve benzer olumlu davranışları, çocuğun benliği üzerinde olumlu etkiler yaratmaya başlayacaktır. Tabi bunun tam tersi de olumsuz etkilerin filizlenmesini sağlayacaktır.

Çocuğun "anne" ile geçireceği yaşantının niteliği, onun ileriki yaşantısında ki davranışlarının da temelini oluşturmaktadır.

Yapılan bir araştırmaya ait bilgileri sizlerle paylaşmak isterim. Sekiz-onbeş yaş arası 678 çocuk ve anneleriyle gerçekleştirilen bir araştırmada, annelerin kabul- red düzeyi ile çocuklarının sosyal iletişim becerileri arasında ki ilişki incelendiğinde, reddedici tutuma sahip annelerin çocuklarının özgüvenlerinin düşük olduğu, iletişim becerilerinin zayıf olduğu ve duygularını paylaşma gibi duygusal becerilerde de yetersizlikler gösterdikleri ifade edilmiştir (Wolchik ve Diğerleri, 2000).

Çok sayıda araştırmada, anne çocuk ilişkisinin, çocuğun akran ilişkilerine, sosyal becerilerine önemli katkıları olduğu ifade edilmiştir. Araştırma bulgularına göre anne- çocuk arasındaki olumlu etkileşim çocuğun sosyometri puanlarını arttırmakta, bu çocuklar akranları tarafından sevilmekte, empati düzeyleri artmakta ve akranları arasında popüler olmaktadırlar (Brody & Shaffer 1982; Paley ve Diğerleri, 2000).

Çocuğunun ihtiyaçlarına cevap verebilen, kabul edici, şiddet uygulamayan, ihmal etmeyen, reddetmeyen, koruyucu olan annelerin çocuklarındaki empati düzeyinin, çocuklarını reddeden, ihmal eden, çocuklarıyla ilgilenmeyen annelerin çocuklarına göre daha yüksek olduğu da bir gerçektir.

"Anne"nin çocuğun üzerinde ki bu etkilerini azımsamak mümkün değildir. Bir de bunu çocuğun okul yaşantısında gerçekleştireceği tutumlara yani akademik boyuttaki başarı/başarısızlık durumuna göre düşünürsek, orada da aynı oranda bir paralellik söz konusu olacaktır. Hatta yapılan araştırmalar göstermiştir ki; "her başarılı öğrencinin arkasında başarılı bir anne" vardır.

Sizleri araştırma sonuçlarına boğmak istemiyorum. Ancak bunları da söylemem gerekiyor ki, "anne" nin çocuk üzerinde ve nihayetinde toplum üzerinde ki etkisi, "klişe" bazı laflarla tekrarlanmasın.
Geçenlerde güzel bir öykü okudum.

Bir bilim adamının tıp konusunda yeni ve çok önemli buluşları olmuştu. Bir gazete muhabiri röportaj yaparken kendisine, ortalama bir insandan nasıl olup da daha farklı ve yaratıcı bir insan olduğunu sormuş. Kendisini diğerlerinden ayıran özellik neymiş?

Bilim adamı bu soruyu ”iki yaşındayken annesinin yaşadığı bir deneyim nedeniyle” diye yanıtlamış.
Bilim adamı buzdolabından süt şişesini çıkartmaya çalışırken, şişe elinden kayıp yere düşmüş ve ortalık süt gölüne  dönmüş. Annesi mutfağa geldiğinde, ona bağırmak, söylenmek ya da cezalandırmak yerine, ”Robert, ne kadar güzel bir hata yaptın! Daha önce bu kadar büyük bir süt gölü görmemiştim. Evet, olan olmuş. Şimdi birlikte burayı temizlemeden önce biraz yerdeki sütle oynamak ister misin?” demiş.

O da eğilip, oynamış yere dökülen sütle. Birkaç dakika sonra annesi,  ”Robert, bu tür bir şey yaptığında, bunu senin temizlemen ve her şeyi eski haline getirmen gerektiğini biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi kullanalım, bir havlu ya da bir bez mi? Hangisini istersin?” demiş. Robert süngeri seçmiş ve birlikte yere dökülen sütü temizlemişler.

Daha sonra annesi, ”Biliyor musun, burada yaşadığımız olay, senin iki minik elinle bir süt şişesini taşıyamadığın kötü bir deneyimdi. Şimdi arka bahçeye çıkalım ve şişeyi sula doldurup, senin dolu bir şişeyi düşürmeden taşımanı sağlayalım” demiş. Küçük çocuk şişeyi boğazından iki eliyle tutarsa düşürmeden taşıyabileceğini öğrenmiş. Ne güzel bir ders!

Bu ünlü bilim adamı daha sonra, o anda bir hata yaptığı zaman bundan korkmaması gerektiğini öğrenmiş. Yapılan hataların yeni bir şeyler öğrenmek için çok güzel fırsatlar olduğunu anlamış.
İşte bilimsel araştırmalardaki deneyler de bu temele dayanır zaten. Bir deney başarısız olsa bile, o deneyden çok değerli bilgiler elde edilir. Bütün anne babalar çocuklarına, annesinin Robert’a davrandığı gibi davransalar çok daha iyi olmaz mı?

Bu yazı vesilesiyle; bende emeği tartışılmaz olan ilk öğretmenim sevgili annemin ve çocuklarımın annesi güzel eşimin, anneler günü kutlarım.

Hakan İPEK









21 Nisan 2015 Salı

DEĞİŞEN OKUL DEĞİŞEN GELECEK

İçinde bulunduğumuz çağın temel paradigması hızlı değişimdir. Bu hızlı değişimin en önemli etkilediği alanların başında okul ve bilginin yayılma hızı gösterilebilir.

Eskiden bilginin tek kaynağı olarak gösterilen okul, günümüzde kendine birçok rakip bulmuştur. Öğrenme ve öğretme süreçleri artık hızla zaman ve mekândan bağımsız bir hal almıştır. Eskinin öğrenme ve öğretme süreçlerinin tek formatı olan formal eğitim yerini formal ve informal ortamların öğrenme süreçleri ile iç içe geçtiği bir yapıya bürünmektedir.

Bu değişimlerin ve yeniçağın yeni nesillerinin beklentilerinin karşılanabilmesi ancak bu hızlı değişime ayak uydurabilmekle mümkün olacaktır.

Günümüzde öğrencilerin hazır bulunuşluk düzeyleri, bilişsel becerileri, imkânları bundan on yıl öncesine göre önemli farklılık göstermektedir. Teknolojik ürünlerin ve kullanım alanlarının yaygınlaşması, anne ve babaların çocuklarının daha nitelikli eğitim almaları konusunda ki talepleri, çocuğun okula gelmeden önce birçok beceri ile tanışmasına zemin hazırlamaktadır.

İyi bir eğitimin iyi bir gelecek olduğunun bilincinde ki veli sayısı ve göstermiş oldukları refleksler artık hemen hemen herkesin görebildiği bir durumdur. İşte bu da tam olarak, temel paradigma dediğimiz değişimin canlı bir örneğidir. Velilerin okulların üzerinde, “iyi eğitim baskısı ve beklentisi” artmaktadır.

Bu beklentinin artmasındaki etkenlerin başında, değişen teknoloji ve üretim biçimlerinin insan gücüne olan gereksiniminin gelecekte azalacağının bilinmesidir. Haliyle bu değişen teknolojik ürünlerin ortaya çıkartacağı işlerde, iş bulma eğitimli insanlar arasında daha kolay olacaktır ki zaten gerek şartta budur.

Zaten önümüzdeki yıllar da daha fazla eğitimli insana ihtiyaç duyulacaktır.

Şu an hayal bile edemediğimiz birçok mesleğin ileride popüler olması içinde bulunduğumuz dijital çağda pek de imkânsız gözükmüyor.

Gerek önümüzde ki yılların getireceği yenilikler karşısında onları yönetebilecek bireylerin bugünden yetiştirilmesi gerekse değişimin hızlı ve buna ayak uydurmaya çalışan yeni neslin bu kadar aktif olması karşısında okul nasıl bir tavır geliştirmelidir?

Tüm çocuklar yaratıcılık yeteneği ile doğar ancak bunun geliştirilebilmesi, yaratıcılığı destekleyen bir ortamın sunulmasını gerektirir (Fisher, 1995).

Prof. Dr. Hacer Ansal; “Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki, 3 yaşından 5 yaşına kadar çocuklarda yaratıcılık % 98'lerde seyrediyor. 10 yaşında bu oran % 32'ye, 20 yaşında ise % 10'a geriliyor. İleriki yaşlarda bu oran % 2'ye kadar düşüyor”.

Fisher ve Ansal’ın yukarıda alıntıladığım söylemleri yaratıcılığın, yaratıcı düşünmenin ne kadar önemli olduğunun yani inovasyonun önemine dikkat çekmektedir. Yaratıcılık ve girişimcilik arasında güçlü bir bağ bulunmaktadır.

Ansal, yukarıda verdiği verilere göre şu çıkarımda bulunuyor; “inovasyon hedefli bütünsel bir eğitim sistemini içermeli ve anaokulu döneminden başlamalıdır”.

Çocuklarımızın yaşayacağı zaman bizim yaşadığımız zamandan çok farklı olacaktır. Bu farklılığa çocuklarımızı hazırlayacak olan, eğitim öğretim ortamlarından tutunda, öğretmen ve eğitim liderlerinin yeterliliklerine kadar hazır olmamız gereklidir.

En basit tanımıyla inovasyon, farklı, değişik, yeni fikirler geliştirmek ve bunları uygulamaktır. İnovasyonu okullarda inovatif eğitimcilerle ancak uygulayabiliriz.

İnovatif okulu; “Eğitim ortamlarının tasarımlarını yeniden gözden geçirmek, zenginleştirmek çocuğun yaratıcılığını artırarak, okullarda öğrenme ve öğretme süreçlerini eski yöntemlerden çıkarıp günümüzün gerekliliklerine göre yeniden düzenleyecek şekilde ele alarak, bir lider olarak öğretmenin öğrenebildiği kadar öğreteceğini unutmadan” sağlayabiliriz.

İnovatif okulun en belirleyicisi, eğitim lideri, müdürler. Okul Liderliği uzmanlık gerektiren bir alan olması nedeniyle buna uygun liderler belirlemeliyiz. Yenilikçi vizyoner lider okullarda inovasyonun hareketlenmesinde okulun kendini geliştirmesinde, eski bilge ve danışılan konumuna tekrardan kavuşmasında önemli bir rol oynayacaktır.

Okullarda, yukarıdaki paragrafta kısaca belirttiğim alanlardaki iyileştirmeler, inovasyonun aktif hale gelmesini sağlayacak aksi halde okul toplumun ihtiyaçlarına cevap veremeyen, toplumun gerisinde kalan yapısıyla işlevini kaybetmeye mahkûm kalacaktır.

Okulu sadece bulunduğu toplum gerisine düşmesi açısından değerlendirmemeliyiz. Dünya’da inovasyonu en az kullanan ve haliyle herhangi bir ürün ortaya koyamayan yapımızla ekonomik olarak diğer toplumlarla rekabet etmemiz mümkün olmayacaktır.

Okul, “hızlı değişimin” içinde kendini korumakla mükelleftir. Ama bu koruma bir refleks olarak değişime direnmekle olamaz. Çevresi ile kendisine bir sınır çizen duvarları, ezberci ve formal eğitim felsefesi bu korumaya karşılık gelemez. Bu koruma ancak eğitimde inovasyon ortamlarının bugünün ve geleceğin becerilerini kazandırmayı sağlayacak biçimlerde tasarlanmakla gerçekleşebilir. Öğretme-öğrenme sürecinde öğrencileri aktif olarak içine alan eğitim-öğretim metotları geliştirilmekle, etkinlikleri bu kapsamda sayıları arttırmakla gerçekleşebilir.

Sonuç olarak “okul” büyük bir tehdit altındadır. Eski gücüne kavuşabilmesinin ve gelişebilmesinin yegâne yollarından biri “inovatif” bir yapıya bürünmesiyle gerçekleşecektir.

Hakan İPEK
21.04.2015




18 Mart 2015 Çarşamba

Çanakkale Ruhu

Savaşlar, ister galip gelinsin, ister mağlup olunsun, nihayetinde yeryüzünün en kutsal varlığı olan "insan"ın kaybı ile içkindir. Böylesi özel günler, bir kutlama havasından çok, "anma/yad" şeklinde olmalıdır.
Çanakkale Savaşı'nın "ruhunu" ve "atmosferini" daha iyi anlayabilmek için Mayıs 1915'de cereyan eden “Bomba Sırtı Olayı" ve bu olayla ilgili Mustafa Kemal Atatürk'ün anekdotu, önemlidir.
“Bomba Sırtı Olayı çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir.
Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak! Birinci siperdekilerin hiç birisi kurtulamamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler, yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba, şarapnel, kuşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok.
Okuma bilenler Kur’an-ı Kerim okuyor ve cennete gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenlerse Kelime-i Şehâdet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak, cehennem gibi kaynıyor 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngüyle çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebriğe değer bir örnektir.
Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” Mustafa Kemal Atatürk
Bu "özel" günde, Çanakkale Şehitleri'ni minnetle yad ediyorum.

Hakan İPEK
18 Mart 2015